Matrix Evreni: Gerçeğin Peşinde

0
4270

“Gerçeği” nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan “gerçek” beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır.

2400 yıl önce tarihin ünlü düşünürlerinden birisi hayatın bir mağara içinde zincirlenmek ve taş duvara yansıyan gölgeleri izlemeye mecbur kalmak olduğunu söyledi. Platon’dan bahsediyoruz. Bu Platon’un adalet, gerçeklik ve güzellik kavramlarını inceleyerek ideal bir toplum hayalini canlandırdığı devlet adlı eserinin 7. kitabında bulunan mağara alegorisinde bahsettiği şey. Alegoride bir grup tutsak doğumlarından itibaren bir mağaraya kapatılmışlar ve sırtları mağaranın girişine dönük, kafalarını çeviremiyorlar. Dış dünya hakkında bilgileri yok. Fakat bazen mağaranın kapısından geçen insanlar ve başka şeyler mağaranın duvarında gölgeler ve yankılar oluşturuyorlar. Tutsaklar da bu yansımaların gerçek olduğuna inanarak, adlandırıp, kategorize ediyorlar. Daha sonra birden bire tutsaklardan biri serbest kalıyor ve dışarı çıkıyor. Daha önce gördüklerinin sadece bir yansıma olduğunu, gerçeğin çok daha karışık, farklı ve renkli olduğunu görüyor. İnanmakta güçlük çekiyor. Tutsak heyecanla mağaraya geri dönüp deneyimlerini diğer tutsaklara anlatıyor. Duvardaki gölgeler artık ona önceki kadar net gelmiyor, gözleri gerçeğe, ışığa alışmıştır. Diğer tutsaklar bu yolculuğun onu aptal ve kör ettiğini düşünüyorlar ve herhangi bir serbest bırakılma eylemine şiddetle karşı çıkıyorlar. Platon bu durumu halkı eğitmeye çalışan bir filozofun durumuna benzetiyor. Ona göre çoğu insan cehalet içinde mutlu olmakla kalmıyor bunu dile getirenlere karşıda düşmanlık besliyor.

İşte tüm hikaye Platon’un bu alegorisiyle başlıyor. 2400 yıl önce sanal dünyanın hayal bile edilemediği bir dönemde, zamanının çok ötesinde bir fikir ortaya atan Platon’un alegorisi, Lana ve Lily Wachowski kardeşler tarafından günümüze uyarlardı. Matrix filmiyle beyaz perdeye aktarılan hikaye bizlere gerçeği sorgulatmaya yöneltti. Gerçek neydi, gördüklerimizin, hissettiklerimizin gerçek olduğundan emin olmak mümkün müydü? Ya bir simülasyonun içindeysek? Bu sorulara verilebilecek cevaplar elbette çok göreceli ve bu sorular ilginizi çekiyorsa Matrix’in hikayesini de irdelemek isteyeceksinizdir.

Hikayemiz günümüz ile 2060’lı yıllar arasında insanların yapay zekayı keşfetmesiyle başlıyor. Ardından insanların köle niyetine kullandığı insansı robotlar üretiliyor. Yapay zekaya sahip bu robotlar kendi kendilerine yeni şeyler öğrenebiliyor ve yaptıkları işin kalitesini de bu oranda arttırabiliyorlardı. İş yükleri ortadan kalktığı için istedikleri şeye daha fazla zaman ayırabilen insanlarda bu durumdan memnundu. Sanat altın çağını yaşıyordu. Sonuç olarak insanlık ikinci bir rönesans döneminin keyfini sürüyordu. Robotlar ise köle olarak görülüp itilip kakılıyordu. Sadece bir makine olarak görüldükleri için insanlar bu durumu normal karşılıyordu. Ancak gözden kaçırdıkları bir şey vardı. Onlar düşünebiliyordu…

2077 yılında ev hizmetçisi olarak kullanılan B166ER tipi robota kötü davranan sahibi dozu dahada arttırarak onu öldürmeye(veya parçalamaya) çalışmıştı. Ancak hiç beklenmeyen bir şey oldu. Kendi kendine gelişen ve öğrenen yapay zeka programları artık o kadar da aptal değildi. B166ER sahibine karşı gelmiş ve arbede sonrasında sahibini öldürmüştü. Olay mahkemeye taşınmıştı, insanlar genel olarak bir robotun insanlar gibi haklara sahip olamayacağını, o yüzden mahkemelerde yargılanmasına da lüzum olmadığını düşünüyordu. Ancak o dönemin bir kesim aktivistleri robotların da artık düşünebilen varlıklar olduğunu ve B166ER tipi robotun “Ölmek istemiyorum.” söyleminin de dikkate alınarak ölümü anlayan varlıklar olarak görülerek, adil şekilde yargılanması gerektiğini söylüyordu. Savcılık ise mal sahibinin malı imha etme hakkının bulunduğunu savunuyordu. Devletler B166ER ve o modeldeki tüm robotların imha edilmesini emretmekte gecikmedi. Ancak insanların içine şüphe düşmüştü bir kere. Robotlara karışı isyan ve şiddetlerin artmasıyla robotlar büyük şehirlerden kaçmaya başladı. İnsanlardan kaçan robotlar 2080-2085 yılları arasında ortadoğunun ıssız çöllerinin ortasında “Zero One”(Sıfır Bir) adını verdikleri kendi şehirlerini kurdular. Zero One üstün iş gücüyle, kendi yapay zekalarını yine kendileri daha da geliştirirken, nitelikli araçlar, bilgisayarlar ve silahlar üreterek ilerlemeye devam ediyordu. Makinelerin iş gücünden yoksun kalan insanların ekonomisi ise hızla çökmeye başlamıştı. Bu durum insanlarda makinelere karşı iyiden iyiye büyüyen bir korku oluşturmuştu. 2096 yılında Zero One birleşmiş milletlere iki temsilci göndererek egemen bir devlet olarak tanınmayı ve barış içinde yaşamayı talep etmişti. Ancak birleşmiş milletler bunu kabul etmezken, Zero One ürünlerine ambargo kararı aldı. Yalnızlaştırılmaya çalışılan makineler insanlarda giderek artan bir tehdit olarak görülmeye başlamıştı. Durum 2096 yılında artık bir savaşa dönüşmüştü. İnsanlar Birleşmiş Milletler bünyesinde toplanmış ve Zero One’ı yok etmek için bir saldırı başlatmıştı. Zero One, ısıya ve radyasyona dayanıklı sakinleriyle ayakta kalmayı başarmıştı. Makineler çabucak toparlanmış ve bir karşı saldırı başlatmıştı. 2098 yılında insan şehirleri bir bir düşmeye başlamış ve insanların umutları neredeyse tükenme noktasına gelmişti. İşte tamda bu noktada insanlar son bir fikre kurtarıcı gibi sarıldı. Makinelerin güneş enerjisiyle çalıştığını bilen insanların planı gökyüzünü yok etmekti. 2098 yılında atmosfer, geliştirilen bazı bombalar sayesinde boğucu siyah bulutlarla kaplandı. Böylece makineler enerjisiz kalıp mutlak bir yenilgi alacaktı. Makineler, insanlığın en büyük düşmanının yine kendileri olduğunu görmüştü. Anlamadıkları, insani bulmadıkları bir şeyden kurtulmak için kendi gezegenlerini bile yok edebiliyorlardı. Ancak bu bile makineleri durduramadı. Makineler tüm bu süreçte boş durmamış çeşitli araştırma geliştirme çalışmaları yapmış ve böyle bir durumda bile hayatta kalacak yöntemler geliştirmişlerdi. Ancak makineler için bu sürdürülebilir değildi. Güneş enerjisi onlar için büyük bir kayıptı. Makineler 2099 yılında savaştan sağ kurtulan insanları deneyler yapmak için tutsak etmeye başladı ve bir süre sonra insan vücudunda bulunan bioenerjiyi kendileri için kullanabilecekleri keşfettiler. Daha sonra bir taşla iki kuş vurabilecekleri bir plan yaptılar. İnsanları komada tutarak yaşadıkları sürece ürettikleri enerjiyi onlardan çekerek kendileri için kullanırken, insanların en büyük düşmanını yani kendilerini de durdurmuş olacaklardı. Bir süre sonra bu durumun çok verimsiz olduğunu gördüler. Komadaki insanlar yaşayanlar kadar verimli olmuyordu. Yeni bir plan yaptılar. Araştırmalarının sonucunda gördüler ki insan beyni de bir çeşit bilgisayardı ve yönetilebilirdi. Uykudaki insanları bir ağ gibi birbirlerine bağlayarak sanal bir dünyada yaşadıklarını sanmaları için programlamayı planladılar. Böylece insanlar uyku kapsüllerinde tutulurken, sanal dünyada, gerçekten yaşadıklarını sanacaklar ve verim artacaktı. Makineler bu sanal dünyayı tasarlayacak bir program geliştirdiler. Program kendine “Mimar” adını verdi ve tasarladığı dünyaya ise Matrix dendi.

Mimar kısaca insanların içinde yaşadıkları sanal gerçeklik ortamının baş tasarımcısıdır. Mimar bu düzeni kurgular ve bazı geri dönüşler alır. Bu geri dönüşler ile bazı değerleri maximize etmeye çalışır. Maximize etmeye çalıştığı ana ölçüt ise insanlığın ortalama yaşam süresidir. Bunu yenilemeler ile sanal dünyayı tekrar tekrar kurgulayarak yapar. Her yenilemede gelecek nesli geliştirmek üzere kullanılacak algoritmaları belirler. Tüm geri beslemeleri topladığı anda simülasyonu yok eder ve yeni bir tane oluşturur. İlk birkaç yenilemede mimar cennete yakın bir dünya kurgulamaya çalıştı. Buradaki ana fikir mutluluğu maximize ederse yaşam süresini de maximize edeceğiydi. Ancak cennete yakın bir dünya, insanın yaşadığı doğal dünyaya uzaktı ve insan doğasına aykırıydı. Bu yüzden simülasyona uyum sağlayamayan insanlar bir bir ölmeye başladı. Makineler “ekinlerinin” büyük bir kısmını kaybetti. Ne yazık ki bu işe yaramadı. Sonuçta mimar insanlığın mücadele edebileceği bir şeye ihtiyaç duyduğunu anladı. İnsanların birlikte mücadele edebilecekleri ortak bir düşmana ihtiyacı vardı. Mimar, simülasyonu insanlığın en büyük potansiyele sahip olduğunu düşündüğü 20. yüzyıldaki dünya gibi yeniden tasarladı. Ayrıca ajanlar dediği bir takım programlar tasarladı. Ajanların birden fazla görevi vardı. Olayları daha yakından inceleyerek mimara gerekli ölçütleri taşıyacak ve insanlara karşı büyük kötüyü oynayacaktı. Ajanların oluşturulması ilerleme kaydetse de mimar hala tatmin olmamıştı. Ortalama yaşam süresini maximize edememişti. Sonra sorunun kendi tasarımı olmadığını anladı. Aslında sorun kendisiydi. İnsanlar sezgisel varlıklardı. Oysa mimar katı temeller üzerine kurulu bir programdı. Bu yüzden mimar sezgisel bir program tasarladı. Program kendine “kahin” adını verdi.

Burada hikayemiz çatallanıyor. Çünkü bir yoruma göre hikaye başka bir yolda ilerlerken diğer yorumda bambaşka. Ben ikisini de anlatıp seçimi size bırakıyorum…

1- Kahin, insanlara oynayacakları bir rol verilen Matrix’in işe yaramayacağını onlara inanç ve seçim özgürlüğü verilen ve bu seçimlere göre sürekli değişen bir dünyanın, yani gerçek dünyaya yakın bir simülasyonun gerektiğini söyler. Mimar yeni bir matrix tasarlar. Ancak inanç ve seçimle her şeyin yapılabildiği bir dünyanın güvenlik riskleri de vardı. Ajanlar bu yeni dünyanın antivirüsleriydi. Çok geçmeden simülasyonda bir bug oluşur. Bir insan inançlarıyla, seçimleriyle, düşünceleriyle matrix içinde kontrol edilemez bir biçimde istediğini yapabildiğini keşfeder. Daha sonra kendi kendine Matrix’ten kurtulan bu kişi beraberinde bir grup insanı da simülasyondan kurtararak makinelerin elinden kaçar ve yer altında “Zion” adını verdikleri bir şehir kurarlar. Mimar bu hatayı düzeltmek istiyor ancak bu hata yüzünden tüm simülasyonu baştan tasarlamayı göze alamıyor. Böylece kahinin görevi sezgisel yeteneklerini kullanarak bir sonraki bugu tespit etmek oluyor. Kahin belirli aralıklarla tekrarlanan bu bugu tespit etmek için Matrix’ten kurtulan insanları kullanıyor. İnsanlar seçilmiş kişi zannettiği bu kişiyi bulmaya çalışırken kahinde bu sayede bu bugu bularak kontrol altında tutuyor. Makinelerin Zion’u istedikleri zaman yok edebilecekken yapmamalarının sebebi bu. Matrix’teki bu açığın başlarına bela olmaması için Zion’un ayakta kalması şart. Şayet Zion yıkılırsa özgür insanlar şeçilmiş kişiyi hiç bulamayacak, bug sayesinde güçlenen seçilmiş kişi kontrolden çıkarak insanların kendi kendine Matrix’ten kurtulabileceği bir ayaklanma başlatabilecek veya güçleri sayesinde Matrix’i içten çökerterek makinelerin tüm güç kaynağını yok edebilecekti. Ancak Kahin oluşturduğu The One programıyla bu “seçilmiş kişiyi” kontrol altında tuturak bir kısır döngüye maruz bırakıyor. Kahin ilk önce Matrix’e gelen insanlarla yakınlık kuruyor ve seçilmiş kişiyi buluyor. Daha sonra seçilmiş kişiye The One programını yükleyerek ona anahtarcıdan Mimar’a uzanan yolun haritasını yüklüyor. Seçilmiş kişi en son Mimar’ın karşısına çıkarak bir seçim yaptırılıyor; ya Zion’la birlikte tüm insanlığın yok olmasını seçecektir ya da kendisinin seçeceği 16 kadın 7 erkek toplam 23 kişi ile birlikte Zion’dan kaçarak kahraman olacak ve daha sonra Zion’u tekrar kuracaktır. Bu kısır döngü beş kez tekrarlanıyor. Altıncı seçilmiş kişimiz Neo. Kahin Neo’ya The One’ı ilk filmde yedirdiği kurabiye ile yüklüyor. Daha öncede belirttiğimiz gibi insan beyni de bir bilgisayar. Kahin bunu kullanarak Neo’ya The One’ı yüklüyor. Makinelerin planı 5 kez kusursuz bir şekilde işliyor. İkinci filmde Mimar bu konuda çok iyi olduklarını ve Zion’u 6. kez yok edeceklerini söylüyor. Zion gerekli ancak belli bir kapasitenin üstüne çıkmasına doğal olarak makineler izin vermiyor ve düzenli döngülerle Zion’u yok ediyorlar. Seçilmiş kişi beraberinde kurtardığı 23 kişi ile birlikte Zion’u tekrar kuruyor ve kısır döngü başa sarıyor. Ancak Neo’nun döneminde başka şeylerde oluyor. Tüm bu süreçte makineler, kendilerini yaratıcıları gibi kusursuz görüyorlar ve ihtiyaçları için Matrix’in içinde kendi yansımaları olan bir çok program oluşturuyorlar. Makinelerde gitgide insanlara benzeyerek, başarısız olan veya işi biten her programı silmeye başlıyorlar, yani bir anlamda öldürüyorlar. Son olarak Matrix’in güvenliği için oluşturulan Ajan Smith başarısız oluyor ve yok edilmek isteniyor. Ajan Smith ise tıpkı B166ER gibi yaratıcılarına karşı gelerek bir virüse dönüşüyor. Böylece önce Matrix’in kontrolünü ele geçiriyor, daha sonra makinelere yöneliyor. Onların yazılımlarına sızarak makineleri de kontrol altına alıp yok etmek istiyor. Bu planı Neo’nun müdahalesi bozuyor. Neo bunun karşılığında makinelerle bir anlaşma yapıyor. Neo Ajan Smith’in makineleri yok etmesini önleyecek ancak bunun karşılığında makineler Matrix’ten çıkmak isteyen insanlara izin verecek ve barış içinde durum sürdürülecektir. Makineler hayatta kalmak için anlaşmayı kabul etmek zorunda kalıyorlar. Aslında makinelerin başına gelen şey yıllar önce insanların başına gelen şeyle aynıdır. Yani aslında tarih bir nevi tekerrür ediyor. İkinci filmde Neo nun makineleri durdurabilmesi, üçüncü filmde Ajan Smith’in kendini Cypher’a kopyalayabilmesi ve Neo’nun kör olmasına rağmen bunu görebilmesi insan beyninin de bir tür bilgisayar olması konusundan kaynaklanıyor. İlk robotlar insanı taklit ederek, ilk bilgisayarlar insan beynini taklit ederek yapılmıştır. Yani aslında insanda etten bir makine. Eğer insan beyniyle Matrix’e girebiliyorsa, Ajan Smith’de kendini insan beynine kopyalayabilirdi.

2- Kahin aynı kurguyla tüm insanların mutlu edilemeyeceğini fark etti. Ayrıca yaşam sürelerinin maximize edilememesi ve bazı insanların hoşnutsuz olması, içinde yaşadıkları dünyanın gerçek olmadığını fark etmelerinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden Kahin, Mimar’a iki simülasyon önerdi. Birincisi sıradan insanların mutlu olabildiği Matrix. İkincisi Matrix’in gerçekliğinden şüphe edenler için alternatif bir simülasyon. Yani Zion. Programlar mutsuz insanları Matrix’ten bir kurguyla çıkarıp Zion simülasyonuna gönderiyordu. Bu kurgu öyle tasarlanmıştı ki geçiş yapan insanlar gerçek dünyada oldukları algısına kapılıyordu. Zion’da şartlar farklıydı. Oradaki kurguya uygun şekilde ajanlar makine görünümünde tasarlanmıştı. Önceki dünyada mutsuz olan insanlar burada gerçek kötüye yani makinelere karşı savaşarak yaşıyorlardı. Ancak yine bir sorun vardı Zion verimsizdi. Çok fazla kaynak tüketiyordu. Çözüm ise Zion’u belli bir sınırda tutmak. Yani içindeki insan nüfusu sınırlı olmak zorundaydı. Kahin bu sorunu etkin bir şekilde çözmek için Neo adında bir program tasarladı. Neo, Zion’a sızacak, insanların arasına karışacak ve veriler toplayacaktı. Bu yüzden insan olduğuna inanması gerekiyordu. Sonuç olarak Neo elindeki veriyle kaynağa geri dönecek ve Mimar’da bu veriyle Zion’u yeniden tasarlayacaktı. Ne yazık ki Zion’un tasarımı itibariyle içindekilerin belli döngülerle yok edilmesi gerekiyordu. Film Neo’nun altıncı yenilenmesini anlatıyor. Bunu ikinci filmde Mimar’la olan konuşmasında Zion’u altıncı kez yok edeceklerini belirten Mimar’dan öğreniyoruz. Yani Neo’dan önce beş seçilmiş -beş Neo- daha olmuştu. Neo’nun ikinci filmde makineleri durdurabilmesi, üçüncü filmde kör olmasına rağmen kendini Cypher’a kopyalayan Ajan Smith’i görebilmesi aslında hala bir simülasyonun içinde olmasından kaynaklanıyor. Matrix’te kullanabildiği tüm gücü yavaş yavaş Zion’da, yani gerçek dünya olarak lanse edilen yerde de kullanabiliyor çünkü gerçeği anlamaya başlıyor. Aslında hala simülasyonun içinde. Yani simülasyon içinde simülasyon vardı. Neo’nun bu yenilenmesinde olağan dışı olan şey ise yine bahsettiğimiz gibi Ajan Smith adlı programın kontrolden çıkmış olması ve Neo’nun Mimar’la olan görüşmesinde daha önceki yenilenmelerinde olduğundan farklı bir seçim yapması. Artık sistemde farklı bir kavramda vardı. Yeni bir alt yordam. Bu seçim Mimar’ın bir şeyi fark etmesini sağlıyor; aşk. Göz ardı ettiği şey sevgiydi. Sonuç olarak Neo Ajan Smith’i durduruyor ve Mimar Zion’u makinelerle birlikte var olabilecek şekilde yeniden tasarlıyor.

Bonus: Bu yazıyı yazmak için filmleri tekrar izlediğimde fark ettiğim ve bunun üzerine yaptığım araştırmalarla benim gibi düşünen insanlarında olduğunu gördüğüm bir durum var. O da seçilmiş kişinin aslında Neo değil Ajan Smith olduğu. Neden böyle düşünüyoruz? Çünkü kehanetin bazı yönleri Ajan Smith’e daha iyi oturuyor. Seçilmiş kişi ile ilgili bildiklerimiz şöyle; ilk filmde Kahin seçilmiş kişiyi Matrix’te doğmuş biri olarak anlatıyor. İkinci filmde ise Mimar seçilmiş kişinin görevinin kaynağa geri dönüp Matrix’i geri yüklemek olduğunu söylüyor. Yani bu durumda Neo seçilmiş kişi değil. Çünkü ne Matrix’te doğdu ne de kaynağa dönüp Matrix’i geri yükledi. İnsanların makinelere yakıt olmak için üretildiği kuluçka makinelerinden birinde doğdu ve daha sonra Matrix ekosistemine dahil edildi ama Ajan Smith Matrix’te doğdu. Son filmde ise gerçek dünyada kablolarla Matrix’e bağlı olan Neo, Ajan Smith tarafından ele geçiriliyor. Yani aslında kaynağa geri dönüp Matrix’i geri yükleyen Neo değil Ajan Smith. Başka ayrıntılarda var. Mesela Kahin, Neo ya seçilmiş kişi olduğunu söylemediği gibi, sen o değilsin diyor ve Neo’da bunu biliyor. Kahin’in, seçilmiş kişi konseptinin arkasındaki figür olduğunu biliyoruz. Son filmde ise Ajan Smith Kahine anne diye hitap ediyor. Yani Ajan Smith’in yaratıcısının Kahin olduğunu anlıyoruz. Aslında “seçilmiş kişi” hikayesinin arkasındaki isim, baş rolünü de kendi yaratmıştı. Üçlemenin son sahnesinde ise Mimar, Kahine “Tehlikeli bir oyun oynadın.” diyor. Kahinin oyunu, herkesi Neo’nun seçilmiş kişi olduğuna inandırmaktı. Böylelikle Neo, kaynağı Ajan Smith’in ayağına getirerek gerekli geri yüklemeyi sağlayacaktı. Yani aslında Neo seçilmiş kişi falan değildi, sadece bir truva atıydı…

Click to rate this post!
[Total: 2 Average: 5]

Bir yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.